1 Film 1 Yönetmen / Savaş Güvezne - Beşiktaş'ta Bir Tayyare Fabrikası



İnadın, Şansın ve “Söz”ün Tanıklığında 

BİR BELGESELİN YAPIM ÖYKÜSÜ

Mustafa Savaş Güvezne


 l948’de İstanbul'da doğdu. Yüksek öğrenimini Teknik Öğretmen Okulu'nun Elektronik Bölümü’nde yaptı (l965-l969). TRT Türkiye Radyo Televizyon Kurumu Haber Merkezi’nde altı yıl kameraman olarak çalıştı. On bir yıl sarı basın kartı taşıyarak gazetelerde ve haber ajanslarında çalıştı. TRT'den ayrıldıktan sonra belgesel filmlerin  yanı sıra tanıtım ve reklam filmlerinde yönetmenlik yaptı. Ulusal ve Uluslararası birçok yarışma - gösteriye çalışmaları ile katıldı. Yedi yıl İstanbul Uluslararası 1001 Belgesel Film Festivali Başkanı olarak görev yaptı. “Beşiktaş'ta Bir Tayyare Fabrikası”, 36 yılı aşkın bir zamandır bu sektörde görev yapan Güvezne’nin 13'üncü belgesel çalışmasıdır. Belgesel Sinamacılar Birliği'nin kurucu üyesi, Çekül Vakfı Yüksek
Danışma Kurulu üyesidir.

 2005 yılında, “Rayların İzinde” adlı, Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti’ndeki demiryollarının tarihi üzerine bir belgesel film hazırlıyordum. Söyleşi yaptığım yazar Atilla İlhan, demiryolları müteahhiti Nuri Demirağ adını söylerken; “Bu şahsı bir incele, göreceksin çok önemli bir yeri var bu ülke için” demişti.

 Hani derler ya, “belgeselci merakının peşinde koşan kişidir” diye. Ufak ufak araştırmaya giriştiğimde önce bir pus perdesiyle karşılaştım. “Nuri Demirağ” konusunda çok fazla yazılı kaynak yoktu. Yaptıkları İsmet İnönü döneminde göz ardı edilmişti. Sanki akademik çalışmalarda da yazılı olmayan bir “Nuri Demirağ” yasağı vardı. Çok az kişi, onlar da yaşları gereği o dönemi yaşamış kişiler, Nuri Bey’i tanıyordu ve onun hakkında bilgi sahibiydi. Genç kuşak hemen hemen onu hiç tanımıyordu.

 Ben de genç sayılmam ama sınırlı bir bilgiye sahiptim: Atatürk vermişti “Demirağ” soyadını... Demiryolu müteahhitiydi... Akrabalarından biri şarkıcıydı falan...

 İlk ulaştığım kişi, tarihçi yazar Necdet Sakaoğlu oldu. Konuyu ve kişileri bilmesinin ötesinde kaynak kişilere ulaşmamda da aracı oldu. Bu tavır, bir belgeselcinin önünün açılması anlamına geliyordu. Necdet Bey daha sonra da belgeselin danışmanı olacaktı.

 Aileden, Nuri Bey'in torunu Adnan Nur Baykal'la tanıştım. İlk bilgiler ve belgeler iyi bir belgeselin sinyallerini veriyordu. Adnan Bey'le ilk tanışmamız Cihangir'deki ofisinde oldu. Duvarda bir uçak pervanesi vardı. “Bu koltuk, bu masa dedemin Nuri Demirağ'ın” diyerek söze başladı. Her görüşmemden yeni isimler ediniyordum.

 Nuri Bey'in Divriğili hemşehrisi İhsan Çalapverdi müthiş bir arşivle karşıma çıktı. Elimi rahatlatan kişilerden biri oldu. Bir gün postadan kocaman bir koli çıktı. Elindeki bütün dokümanların fotokopisini bana göndermişti. Dönemin gazetelerini de taramış, çeşitli müzayedelerden temin ettiği belgeleri özenle biriktirmişti. Öyle ki daha sonra ailenin elinde bile bu belgelerin bulunmadığını görecektim. Artık önüm açılmıştı. 

                          (Nuri Demirağ)

 Bir proje dosyası hazırlamak için kolları sıvadım. Bir şey beni şaşırtıyor, bir bilgi beni etkiliyorsa, “bu seyircimi de etkiler” diye düşünürüm. Bu bana heyecan ve çalışma şevki verir. Nuri Bey'in yaptıklarını çevremdekilere anlattığımda müthiş ilgi topluyordu. Ben de “Demek ki belgesel de iyi olacak” diyordum.

 2007 yılında Kültür Bakanlığı fonlarından destek almak için hazırladığım ”Beşiktaş’ta Bir Tayyare Fabrikası” proje dosyası, içerik ve biçim bakımından o kadar doyurucu olmuştu ki, daha sonra bu projeye destek veren Kültür Bakanlığı Sinema Destekleme Kurulu üyeleri övgülerini her fırsatta belirttiler. Bakanlığın kısıtlı olan fonundan çıkan destek, talebimin yarısından bile azdı. Ama proje başlamıştı ve yürüyecekti.


Çekimlerde, Nuri Bey'in damadı uçak ve
makine mühendisi, 83 yaşındaki Mehmet
Kum'un anlattıkları başlı başına bir
belgeselin içini dolduracak nitelikteydi.

 Mehmet Kum, Teknik Üniversite'de okurken stajyer olarak girdiği Uçak Fabrikasında Nuri Bey tarafından farkedilecek ve pilot olarak yetiştirilmek üzere şimdiki Yeşilköy'deki Atatürk Hava Limanı'nın tamamı kapsıyan arazide kurulu olan “Gök Okulu”na kaydolacaktı. Daha sonra pilot öğretmen olarak başladığı serüven, Nuri Bey'in köşkünde damat olarak devam edecekti. İşte Nuri Bey'in yaşamının bir kısmına, yaptıklarına ve belgeselime tanıklık edecek birinci dereceden kişiler bulmuştum.

O sırada Yrd. Doç. Fatih Dervişoğlu'nun “Nuri Demirağ Türkiye'nin Havacılık Efsanesi” kitabı yayınlandı. Hemen Sivas'a, Cumhuriyet Üniversitesi'ndeki Fatih Bey'e gittim. Bilgilerimizi önce karşılıklı doğrulattıktan sonra onunla söyleşi yaptım. Araştırmacılığım ve ulaştığım belgeler onu da etkiledi. Bir ara kendimizi, ileride o dönemin bir başka “Nuri” portresini birlikte yapalım mı sohbetleri ederken bulduk.

 Belgeselin omurgası artık oluşmuştu. Tarihçi yazar Necdet Sakaoğlu, Nuri Bey'in de doğduğu Sivas, Divriği çıkışlıydı. Sakaoğlu, Divriği'de Nuri Bey'in yaptırdığı okulda okumuş, “velinimetim” diyecek kadar tutkuyla Demirağ sevdalısıydı. Cumhuriyet tarihinin azmini ve coşkusunu temsil eden “demiryolları”nın efsanevi müteahhiti Nuri Demirağ'ı ve uçak 
fabrikasını anlatabilmek için önce Sivas'a ve Divriği'ye gitmem, çekimler yapmam gerekti.


 Sivas-Erzurum demiryolu hattı olağanüstü zor coğrafi koşullar altında yapılmıştı. Çalışma mevsimi kısa... İrtifa 2000 metrenin üstü... Dağ ve vadiler... Coşkun sular... Elle kazılan tüneller... İnşaatın zorlukları...

Anlatılanlar birer efsane gibiydi... 548 km. uzunluğundaki bu hattın üzerinde 138 tünel vardı. Bu tünellerin uzunluğu 22 km’yi buluyordu. Nuri Bey'in müthiş bir organizatör, iş adamı olduğu belliydi...
Sözleşmesinde “iş bitimi” yedi yıl yazılıyken, beş yılda tamamlamıştı.
Buna bütün yollar ve istasyonlar dahildi. Yaz günlerinde bir günde çalışan sayısının 27 bini bulduğu söylenince, Sivas-Erzurum demiryolu hattının Türk müteahhitliğinin iftihar vesilelerinden birisi olduğu ortaya
çıkıyordu.

 Şimdi sıra bizdeydi. Doğu Ekspresi'nin lokomotifin önünde açıkta kameraman İrfan ve ben bir tünelden girip diğerinden çıkıyorduk. Soğuk  ve ayaz yerindeydi. Nitekim 10 dakikada bir kamera soğuktan
kilitleniyordu. Trenle gittiğimiz yerden karayoluyla geri dönüyorduk. Her istediğimiz saatte tren yoktu. Ayrıca üst açıdan çekim yapmak için çıktığımız yüksekçe bir tepede(!) rötarlı gelen bir tren nedeniyle üç buçuk saat beklemek zorunda kalmıştık. Soğuk ve rüzgardan etkilenmemek için yatay olarak yere uzandık. Ama trenin geçtiği saatte 
çekim alanına gölge düşmüş, ertesi gün tekrar o tepeye tırmanmak zorunda kalmıştık. Soğuktan titrerken “Belgeselci alanda umduğunu bulana kadar direnmelidir. Hemen şartlara teslim olmak kolaycılıktır”diyordum.

 Nuri Demirağ'ı yalnızca yeni kurulmuş Cumhuriyetin ilk girişimcilerinden 
biri değil, ulusal özgüvenimizi kazanma yönünde mücadele eden, inandığı projelere yerli mühendis ve işçilerle imza atması açısından da yaşadığı dönem içinde ayrı bir öneme sahip bir kişi olarak belgeselde
yansıtmam gerekiyordu. Kaynaklarda Atatürk'ün onun için söylediği “sanayi neferim” söylemi beni çok etkiledi. Karabük Demir-Çelik, Bursa Merinos, İzmit Seka Selüloz fabrikalarının da onun tarafından
kurulduğunu öğrenmek beni gerçekten şaşırtmış, onu gözümde devleştirmişti.

 Adnan Nur Baykal'ın anlattıkları Nuri Bey'i tanımamıza ışık tutacak ve belgeselde denge sağlayacaktı. Onun yorumlarında olayların yanı sıra, Nuri Demirağ'ın kişiliği vardı. Dik başlılığı, aksiliği, kendine güvenin verdiği kararlığı, tutkuları, hataları vardı. Bu durum izleyicide, olayları yaratan ve tarihi yazan kişinin hangi düşünce ile hareket ettiğini anlamasını sağlıyordu. Eğrisi doğrusuyla anlatılan kişinin bir insan olduğunu hissediyordunuz.

 Necdet Sakaoğlu “Ölmüş insanları anlatmak çok zordur” diyordu. Hele “tarih yazan” kişileri anlatmak çok daha zordu. Subjektif duygular belgeselciyi hemen sarıyor. Kahraman yaratma peşine düşüyorsunuz. Tarafsızlık ya da dengeler, tarihi o günün şartlarında değerlendirmek, bir belgeselcinin en önemli duyarlılığı olmalıydı.

 Tarihsel bilgilerin arasında hep boşluklar olur. Yargılarımız, birikimlerimiz 
hatta duygularımız bu boşlukların aralarını dolduruverir. Gerçeklerin peşinde olmak bir yana, kendi gerçeğimizi anlatmak yanılgısı bizi bekler, geçmişe dönük yapılan araştırma ve belgesellerde buna sıkça rastlanır.

 Çekimlerin sürdüğü bir gün Adnan Bey beni aradı, “Banu Amerika'dan gelecek; o da bir torun, görüşmek ister misiniz?” dedi. “Tabii” dedim ve o sırada zar zor izin aldığımız Boğaziçi’ne ki “Nuri Demirağ Korusu”nun içinde, görkemli ahşap köşkün önünde bu çekimi gerçekleştirdik. (Koru bir zamanlar Nuri Bey ve ailesinin de yaşadığı, ayrıca tarihte önemli olayların geçtiği bir mekândı. Bu köşkte yapılan bir toplantıdan sonra, aynı gece Abdülaziz'in katli gerçekleştirilmişti. Köşk ve koruluk TMSF'nin elindeydi ve o günlerde satılmak için bekliyordu. İstanbul Boğazı'nın Anadolu yakasının en büyük yeşil alanıydı bu koru. (5 yıl sonra bu tarihi köşk esrarengiz bir şekilde yandı. Evet yeni sahipleri koru içine yeni yapılar yapmak için ellerini ovuşturuyor)

 Neyse, Prof. Banu Onaral ve Adnan Nur Baykal yıllar sonra çocukluklarının geçtiği bu mekâna gelmişlerdi. Bir bilim insanı olan Banu Hanım'ın anlattıkları belgeselin önemli boşluklarını doldurmuştu. Yorumları daha evrenseldi; günümüzle geçmişin karşılaştırmalarını yapıyordu.

 Belgeselin yapım sürecinde bazı gelişmeler oluyordu. Nuri Bey'in ürettiği uçaklar günümüze ulaşmamıştı ama bir Türk filminin içinde kullanılmıştı. Filmin adı... “Ya İstiklal Ya Ölüm...” Zorlanmadan bir kopyasına ulaştım.

 Kırklı yılların başında çekilen bu filmi bulduğumda, filmin Nuri Demirağ’ın 1936 yılında ürettiği ilk modeli “NuD 36” uçağının günümüze ulaşan tek hareketli görüntüsü olduğunu öğrendim. Bu bir belgeselci için müthiş bir hoşluktu. Fotoğrafların dışına çıkmış, uçağın kısa 25 saniyelik hareketli görüntüsünü bulmuştum. 1938-39 yıllarında bu uçaklar için ayrıca bir reklam filminin yapıldığını ve bu filmlerin Türkiye'nin birçok kentinde sinamalarda gösterildiğini öğrendim ama ne yazık ki tanıklara rağmen bu filmlere ulaşamadım.

 Bu arada koleksiyoner bir kişiyle tanıştım. Elinde birçok malzeme vardı. Kitap, fotoğraf, tablo... Ama işin ilginç yanı, daha önce hiç 35 ve 16 mm film koleksiyonu olan birisiyle tanışmamıştım. Kocaman makaralarda filmleri saklamak zor olsa gerek.


 Sirkeci Garı'ndaki demiryolları müzesinin açılışında gösterilen 16 mm bir filmin peşine düşmüş ve bu ilginç koleksiyonere ulaşmıştım. Ruhan Çelebi bir demiryolcu. Çok değerli bir uzman. “Rayların İzinde” belgeselimin de danışmanıydı. O benim elimden tuttu. Beni bu koleksiyonere, Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Uzmanı olan Prof. Dr. Turgut Göksoy götürdü. O da karşılıksız olarak, Sivas-Erzurum hattının açılış filminin Türkiye’deki tek (kopyası demiyeceğim) filmini bana verdi. Bu belge film özel gösterimler dışında hiçbir yerde yayınlanmamıştı.

 Belgeselim zenginleşiyordu. Her ne kadar bu belge filmin içinde Nuri Bey görünmüyorsa da kardeşi Naci Bey vardı. Özellikle belgeselimde bu filmin Divriği bölümünü kullandım.

 Belgeselde yer alacak bir sahneyi uzun süredir planlıyordum. Aynısı olmasa da, Türkiye'de “NuD 36” uçağına, dış görünüş olarak çok benzeyen, tek motorlu, üzeri bez kaplı, önlü arkalı oturulan, iki kişilik, üstü açık, çift kanatlı, yaklaşık O uçaktan, yirmi yaş daha genç bir uçak bulmuştum. Bu uçakla uçmak, onunla çekim yapmak için temasa geçtim.

 Ve işte belgeselin en çok zorlanılan bölümü, 83 yaşındaki Nuri Demirağ’ın damadı Mehmet Kum'u bu tek motorlu üstü açık, çift kanatlı uçakla uçurduğumuz sahneleri oldu.

 Bu iş için uçağın kanat, kuyruk ve ön paneline monte edeceğimiz üç adet parmak kamera temin etmiştim. Bu kameraların CCU (camera control unit)' leri ve kayıtçıları uçağın gövde içinde bir yere yerleştirildi. Parmak kameradan kayıtçıya kablolar döşendi. Şiddetli rüzgarda kameraların
ve kabloların açılmaması için özel bantlar temin edildi. CCU'ların ayarları çok önemliydi. Diyafram, netlik buradan yapılıyordu. Ama havalanmadan yerde yapmak zorundaydık, havada müdahale etme imkanımız yoktu. Yani havadaki diyaframı, yerde bağlamak ve hata
yapmamak gerekiyordu. Bir de kalkışta kullanacağımız jimmy jib’imiz vardı.


 Uçağı havada takip etmek için ayrıca aynı anda havalandırdığımız ikinci bir uçağımız daha vardı. Murat'ın uçağı... Murat Öztürk, TRT'de birlikte kameraman olarak çalıştığım bir arkadaşımdı. Onun ilişkilerinden, Hazerfan Havaalanı'nda gerçekleşen çekimlerde büyük destek aldım. Zaten bu projenin yapılması sırasında hep yanımdaydı. Havacılık konusunda bilgili ve etkili bir insandı...

 Bu sahnelerin çekiminde hem uçağı kullandı, hem de Betacam kamerayla çekim yaptı. Toplam yedi kameranın kullanıldığı ve 28 elemanın çalıştığı tek bir uçuşluk bir sahneydi. Paramız ikinci bir uçuş için yeterli değildi... Ekip merak içindeydi. Ama yere indikten sonra, çekimleri seyrettiğimizde, amacımıza ulaştığımızı görmek pek sevindiriciydi. Gerçekten de bu belgesel için önemli bir işi başarmıştık.

 Burada dostum arkadaşım Murat Öztürk’ü Adana’da bir akrobasi uçuşu sırasında yitirdiğimizi söylemeden geçmeyeceğim. İyi bir pilot ve uçuş öğretmeniydi ve kameramandı... Onunla çok uzun uçuşlarımız olmuştu. Rahmetle anıyorum.
 Bu arada Beşiktaş'taki Tayyare Fabrikası'ndan günümüze kalan iki hangar ve bir atelye, Beşiktaş Deniz Müzesi'nin saltanat kayıklarının sergilendiği alanlardı. Bu alanların dıştan da olsa çekimlerini yapmak için önce Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na, daha sonra Genel Kurmay Başkanlığı’na başvurduk. Çekim için izin verilmedi. İnanamıyordum...

 Eline makinesini alan herkesin, yerli yabancı ziyaret ettiği müzeye, bir
belgeselciyi sokmadılar. Bahçesine bile... Nasrettin Hoca türbesi gibi etrafı açık bir müzeye, şehrin ortasında ve halkın malı olan, yakın tarihimizin mirası olan bir alana yasak koydular. Bu bir ayıp saklamaydı. Zira kısa bir süre sonra yeni bir Deniz Müzesi yapmak için Tayyare Fabrikası'ndan artakalan bu binaları da yıktılar. Bir satır arası bilgisi.... Ya da belgeselci için atasözü!... “Yasaklar belgeselcilerin çalışmalarını durduramaz.”

 Sonuçta, bir buçuk yılda, belgesel projenin araştırması ve çekimler tamamlanmış, ince kurgu bitmek üzereydi... Tanıdığım değerli 20 belgesel yönetmenini Boğaziçi Üniversitesi'ndeki Mithat Alam Gösteri Merkezi’ne davet ettim. Onlara belgeselin Betacam kopyasını gösterdim, onların eleştirilerini aldım.

 Bunun, benim gibi biraz yalnız başına çalışan bir yönetmen için önemli bir girişim olduğunu itiraf etmeliyim. Ölçtüm, biçtim eleştirileri dikkate aldım ve yeniden kurguya girdim.

 Gerçekleştirdiğim, bu atölyenin ya da yöntemin, bizim sektörde pek rastlanmayan bir çalışma ve dayanışma örneği olduğunu zannediyorum. Bu tür çalışmalar belgeselciyi zenginleştiriyor. Bu tür yaklaşımların daha yaygın uygulama alanı bulmasını arzu ederim.

 Toplantıda gelen eleştirilerde üzerinde durulan nokta, çektiğim halde filmin çok uzamasından dolayı kısalttığım ya da çıkarttığım bölümlerdeydi. “Niye o bölümü çıkarttın?”, “Bu kısmı daha uzun vermeliydin” gibi eleştirileri, seyircinin daha çok bilgi ve ayrıntı istediği şeklinde yorumladım. Olayların ötesinde, Nuri Bey'in özel yaşamındaki davranışları, hayatını yönlendirmiş, örneğin ahlak anlayışı tüm iş ve siyasi hayatında ona yön vermiş, ilişkilerini belirlemişti. Bu bölümleri kısaltmamalıydım. Nitekim öyle de yaptım.

 Belgesel Türkiye'de daha gösterilmeden TASSA'08'e kısa bir İngilizce versiyonunun çoğaltılarak dağıtlması önerisini Prof. Banu Onaral getirdiğinde şaşırdığımı ve heyecanlandığımı belirtmeliyim. TASSA Amerika-Boston'daki Harvard Universitesi'nde yapılan Türk ve Amerikalı 
bilim adamlarının katıldığı, 5 gün süren önemli bir kongre idi.

TASSA'08 “Beşiktaş'ta Bir Tayyare Fabrikası” belgeseli için iyi bir başlangıç oldu. Daha sonra yeniden bazı çekimler yaparak belgeseli toparladım. 70 dakikalık nihai bir yapı oluştu. 2009 başı itibariyle belgesel bitti.

 Belgesel film, gerçek anlamda seyirci ile buluşmadan, gösterimi yapılmadan, bu kez de, Prof. Ali Rıza Kaylan'dan İstanbul'da “17. Kalite Kongre”si'ne gelen konuklara belgeselin dağıtılması önerisi geldi. Dahası, kongrenin açılışında bir belgeselci olarak bana konuşma imkanı verildi. Kongrenin açılışında belgeselden 10 dakikalık bir bölüm de gösterildi.


 Konuşmamda, Nuri Demirağ'ın gerçekleştirdiklerinin Türkiye halkının
yaşam kalitesini arttırdığını vurgulamaya çalıştım. 2500 kişinin önünde Türkiye'nin önemli bir kongresinin açılış konuşmasını bir belgeselciye yaptırmaları, benim olduğu kadar biz belgeselciler için de önemliydi.

 Bu arada “Beşiktaş'ta Bir Tayyare Fabrikası” belgeseli ve ben medyada sıkça yer aldık. NTV canlı yayınında haberlerde söyleşi yapıldı, Kanal 7, ATV ve Kanal D, Haber Türk, TRT kanallarında TV programlarında yer verildi. Yazılı basında, Hüriyet, Sabah, Milliyet, Cumhuriyet, Zaman, Taraf, Dünya gazetelerinde, İstanbul Life, Beşiktaş+, NTV Tarih
dergilerinde Beşiktaş'ta Bir Tayyare Fabrikası belgeseli geniş yer buldu. Hala da yazılar yayınlanıyor.

 Bir belgeselin yapımı çeşitli şekillerde olabilir. Yöntem, bakış, araştırma tekniği, yazılı ve görsel alandaki bulgu ve belgelerin incelenmesi,yorumlanması, yakalanan fırsatların değerlendirilmesi, söyleşilerin yeni araştırmalara kapı açması, yapımı için soyunduğunuz belgeselin içeriği ile ilgili olarak farklılıklar sergileyebilir. Hazır bir reçete olduğunu sanmıyorum.

 Bildiğim tek şey “Belgesel yapımı ciddi bir iştir. Mutlaka bir disiplin gerekir”. Hele tarihsel bir dönemin anlatımı söz konusuysa titiz davranmak gerekir. Beşiktaş'ta Bir Tayyare Fabrikası belgeseli için süreçte yaşadıklarımı anlatırken yazdıklarımdan yararlanılır düşüncesinin
yanısıra tarihe iz düşmek fikri vardı.

 Beşiktaş'ta Bir Tayyare Fabrikası belgeseli ve Nuri Demirağ, bana, Cumhuriyet tarihine yeni bir bakışla bakılması gerekliliğini öğretti. Resmi tarih anlayışının ötesinde, sözlü tarih yaklaşımının; inanılmaz öykülerin yer aldığı, farklı bilgi-belgelerin olduğunu, yerleşik kanaatlerin aksine, başka bir dünyanın da var olduğunu öğretti, hatırlattı.

 Benim için tek bir gerçeğin olmadığının en güzel ifadesi “Beşiktaş'ta Bir Tayyare Fabrikası” belgeseli oldu.

Yorumlar

  1. Harika yorum yazamadım baştan sona heyecanla okudum blog yazılarını okumayı sevmekten öte ..

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar